Riley ve Lucy FBI uçağından iner inmez, üniformalı genç bir polis yoldan onlara doğru heyecanla geldi.
“Hey, sizi gördüğüme sevindim,” dedi. “Şef Alford küplere bindi. Eğer birisi Rosemary’nin cesedini indirmezse, bundan sorumlu tutulacak. Zaten gazeteciler her yerde. Ben Tim Boyden.”
Lucy ile kendilerini tanıtırken Riley’in kalbi sıkıştı. Medyanın çok çabuk bir biçimde olay yerine gelmesi kesinlikle sorundu. Dava zorlu başlamıştı.
“Size taşıyacağınız şeyler için yardım edebilir miyim?” diye sordu memur Boyden.
“Biz hallederiz,” dedi Riley. Lucy ile kendisinin yalnızca küçük birer çantaları vardı.
Memur Boyden yolun karşısını işaret etti.
“Araba orada,” dedi.
Üçü birlikte hızla arabaya doğru yürüdüler. Lucy arka koltuğa otururken Riley ön yolcu koltuğuna oturdu.
“Kasabadan yalnızca birkaç dakika uzaktayız,” dedi Boyden arabayı çalıştırırken. “Bunun olduğuna inanamıyorum. Zavallı Rosemary. Herkes onu çok severdi. Daima insanlara yardım ederdi. Birkaç hafta önce kaybolduğunda hepimiz çok kötü şeyler düşündük. Ama bu kadarını düşünemedik…”
Sesi giderek azaldı ve yapılan dehşete inanmıyormuş gibi başını salladı.
Lucy arka koltuktan öne doğru eğildi.
“Sizin daha önce böyle bir cinayete şahit olduğunuzu anlıyorum,” dedi.
“Evet, henüz yüksek okulda okurken,” dedi Boyden. “Aslında tam olarak Reedsport’ta değildi. Eubanks yakınlarında, nehirden daha güneydeydi. Tıpkı Rosemary’nin olduğu gibi zincirlenmiş bir beden. Deli gömleği de giyiyordu. Şef haklı mı? Elimizde bir seri katil mi var?”
“Bunu henüz söyleyemeyiz,” dedi Riley.
Aslında şefin haklı olduğunu düşünüyordu. Ama genç memur zaten yeterince üzgün görünüyordu. Onu daha fazla endişelendirmenin gereği yoktu.
“Buna inanamıyorum,” dedi Boyden başını tekrar sallayarak. “Bizimki gibi küçük, güzel bir kasaba. Rosemary gibi iyi bir kadın. Buna inanamıyorum.”
Kasabaya doğru giderlerken Riley küçük ana yol üzerinde, televizyon haber ekiplerinin minibüslerini gördü. Televizyon kanalının logosunun olduğu bir helikopter ise üzerlerinde dönerek uçuyordu.
Boyden, gazetecilerin toplanıp barikat oluşturduğu küçük bir gruba doğru ilerledi. Bir memur arabayı işaret etti. Sadece bir kaç saniye sonra Boyden arabayı demiryolunun yanına çekti. Elektrik direğinden sallanan ceset oradaydı. Birkaç metre uzakta pek çok üniformalı polis duruyordu.
Riley arabadan inerken, kendisine doğru yürüyen Şef Raymond Alford’u tanıdı. Adam çok mutlu görünmüyordu.
“Eminim cesedi burada bu halde asılı tutmamız için geçerli bir sebebinz vardır,” dedi. “Burada bir kabus yaşadık. Başkan elimden rozetimi almakla tehdit etti.”
Riley ve Lucy onun ardından cesede doğru ilerlediler. Ceset, öğlen ışığında Riley’in bilgisayarında baktığı fotoğraflardan daha da berbat görünüyordu. Çelik zincirler ışığın altında parlıyordu.
“Olay yerini kordonla çevrelediğinizi gördüm,” dedi Riley Alford’a.
“Elimizden geleni yaptık,” dedi Alford. “Bölgeyi nehirdekiler dışında kimsenin göremeyeceği kadar genişlikte barikatla çevirdik. Trenlerin kasabada dolaşmaları için yeni bir rota belirledik. Bu onları yavaşlatıyor ve programlarını bozuyor. Albany haber kanalı bir şeyler olduğunu böyle öğrenmiş olmalı. Emin olun benim adamlarımdan öğrenmiş olamazlar.”
Alford konuşurken, tepelerinde dönen helikopterin gürültüsünden sesi duyulmaz olmuştu. Söylemeye çalıştığı şeyi yarıda kesti. Adam helikoptere bakarken Riley onun dudaklarından küfür ettiğini okuyabiliyordu. Helikopter, hiç yükselmeden daireler çizip duruyordu. Belli ki pilot bu şekilde geri dönmeyi planlamıştı.
Alford cep telefonunu çıkardı. Hattan ses alır almaz bağırmaya başladı, “Size kahrolası helikopterinizi bu alandan uzak tutmanızı söylemiştim. Hemen pilotunuza o şeyi beş yüz metre daha yükseltmesini söyleyin. Çok alçaktan uçuyor.”
Riley, Alford’un ifdesinden karşısındakinin direndiğini anlayabiliyordu.
Sonunda Alford, “Eğer bu kuşu hemen buradan çekmezseniz, gazetecileriniz bu öğlen vereceğim konferansa alınmayacaklar.” dedi.
Yüzü biraz rahatlamış görünüyordu. Yukarı baktı ve bekledi. Birkaç dakika sonra gerçekten de helikopter daha makul bir yüksekliğe çıktı. Motorundan sürekli gelen yüksek ses hala havada yankılanıyordu.
“Aman Tanrım, bunu daha fazla çekmeyiz umarım,” diye homurdandı Alford. “Belki cesedi oradan indirdiğimizde burasıyla daha az ilgilenirler. Yine de kısa sürede her şey değişti. Oteller ve pansiyonlar fazladan iş yapıyorlar. Restoranlar da öyle. Gazeteciler karınlarını doyurmak zorundalar. Ama ya uzun vadede? Turistler Reedsport’tan korkarlarsa, işte bu kötü olur.”
“Onları olay yerinden uzaklaştırmayı iyi başardın,” dedi Riley.
“Sanırım bir şey var,” dedi Alford. “Hadi bu işi bitirelim artık.”
Alford, Riley ve Lucy’yi cesedin yanına götürdü. Ceset, derme çatma bir zincirle defalarca sarılmıştı. Zincirin koşumu, kalın bir ip aracılığıyla yüksek kirişe takılı çelik kasnağa bağlıydı. İpin geri kalanı dümdüz yere iniyordu.
Riley şimdi kadının yüzünü görebiliyordu. Kadının yüzündeki arkadaşına olan benzerlik, Marie kendini astıktan sonra ekranda beliren yüzünün verdiği sessiz acı bir kez daha elektrik şoku gibi onu vurmuştu. Şişmiş gözler ve ağzı tıkayan zincirlerle daha rahatsız edici bir manzaraydı.
Riley, ne tepki verdiğini görmek için yeni ortağına baktı. Lucy’nin not tutmakta olduğunu görmek onu şaşırtmıştı.
“Bu senin ilk cinayet olayın mı?” diye sordu Riley.
Lucy hem gözlem yapıp hem not alırken yalnızca başıyla onayladı. Riley, onun cesede karşı inanılmaz iyi yaklaştığını düşündü. Pek çok acemi şu an çalıların arasına kusuyor olabilirdi.
Lucy’nin aksine Alford kusacak gibi görünüyordu. Bunca saatten sonra bile duruma alışamamıştı. Onun iyiliği için buna hiç gerek kalmamasını düşünüyordu Riley.
“Henüz fazla koku yok,” dedi Alford.
“Henüz,” dedi Riley. “Ceset hala otoliz durumunda. Yalnızca iç hücreler ölüyor. Çürüme sürecini hızlandıracak kadar sıcak değil hava. Beden henüz içeriden erimeye başlamamış. İşte o zaman koku gerçekten çok kötü olur.”
Alford bu konuşmalarla birlikte giderek daha da renk atıyordu.
“Peki ya ölüm sertliği?” diye sordu Lucy.
“Şu an tam olarak ölüm sertliği içinde. Bundan eminim,” dedi Riley. “Sonraki on iki saat böyle devam edecek tahminen.”
Lucy hala azcık bile kötü görünmüyordu. Durmadan not alamaya devam ediyordu.
Lucy, “Katilin cesedi buraya nasıl çıkardığını bulabildiniz mi?” diye sordu Alford’a.
“Bunun için çok iyi bir fikrimiz var,” dedi Alford. “Yukarı tırmandı ve makarayı yerine taktı. Sonra cesedi çıkardı. Nasıl bağlandığını görebilirsiniz.”
Alford rayların yanında duran demir ağırlıkları gösterdi. İpleri deliklerden özenle düğümlemişti. Böylece ipler yeterince gergindi. Bunlar spor salonlarında bulunan türden ağırlıklardı.
Lucy eğilip ağırlıklara daha yakından baktı.
“Vücudu dengede tutmak için burada yeterince ağırlık var,” dedi Lucy. “Bunca ağır şeyi buraya taşımış olması çok tuhaf. İpi yalnızca doğrudan direğe bağlamış olduğunu düşünebilirsiniz.”
“Ne dedin sen?” diye sordu Riley.
Lucy bir an düşündü.
“Minyon ve güçsüz bir adam,” dedi Lucy. “Makara tek başına ona yeterince destek veremezdi. Bu ağırlıkların yardımına ihtiyacı vardı.”
“Çok güzel,” dedi Riley. Sonra tren raylarının karşı tarafını işaret etti. Kısa bir bölüm için, tren rayı yakındaki kaldırımın, pisliğin içine gömülmüştü. “Aracını çok yakına çektiğini görebilirsiniz. Çekmek zorundaydı. Cesedi tek başına çok uzağa taşıyamazdı.”
Riley, elektrik direğinin altındaki zemini inceledi ve toprağın üzerinde keskin girintiler buldu.
“Merdiven kullanmış gibi görünüyor,” dedi.
“Evet, merdiveni bulduk,” dedi Alford. “Gelin, size göstereyim.”
Alford, Riley ve Lucy’i rayların karşısındaki fırtınadan harabolmuş, oluklu çelikten yapılmış bir depoya götürdü. Kapının menteşesinden kırık bir kilit sarkıyordu.
“Bunu nasıl kırdığını görebilirsiniz,” dedi Alford. “Bunu yapmak çok kolay. Bir çift civata kesici bu işi halleder. Bu depo çok fazla kullanılmıyor. Uzun süreli mal depolamak için. Dolayısıyla çok güvenli değil.”
Alford kapıyı açıp tepedeki floresan lambayı yaktı. Burası gerçekten de örümcek ağları ile kaplı birkaç nakliye kasasının dışında tamamen boş bir yerdi. Alford, kapının yanında, duvara dayalı duran uzun merdiveni gösterdi.
“İşte merdiven,” dedi. “Basamağında taze çamur bulduk. Büyük olasılıkla buraya ait bir merdiven ve katil bunu biliyordu. Önce cesedi istediği bir yere koydu ve sonra merdiveni geriye buraya sürükledi. Ardından da arabasıyla uzaklaştı.”
“Belki makarayı da depodan almıştır,” dedi Lucy.
“Bu deponun önü geceleri aydınlatılır,” dedi Alford. “Güçlü olmamasına karşın, çok cesur ve bahse girerim son derece hızlı.”
Tam o sırada dışarıdan keskin ve tiz bir ses geldi.
“Bu da nesi?” diye bağırdı Alford.
Riley bunun silah sesi olduğunu hemen anlamıştı.
Alford silahını çekip depodan dışarı çıktı. Riley ve Lucy onu elleri silahlarında izlediler. Dışarıda, cesedin asılı olduğu direğin etrafında bir şey dönüyordu. Tiz bir ses çıkarıyordu.
Genç polis memuru Boyden silahını çekti. Cesedin etrafında dönen uzaktan kumandalı küçük bir uçağa ateş etti ve ikinci atışı yapmaya hazırlandı.
“Boyden, kahrolası silahını bırak!” diye bağırdı Alford. Kendi silahını kılıfına koydu.
Boyden şaşkın halde Alford’a döndü. Silahını indirirken, kumandalı uçak uçarak uzaklaştı.
Şef öfkelenmişti.
“Silahını ateşleyerek ne yaptığını sanıyorsun?” diye bağırdı Boyden’e.
“Olay yerini koruyorum,” dedi Boyden. “Muhtemelen bir haberci bununla fotoğraf çekiyordu.”
“Muhtemelen,” dedi Alford. “Ve bu durumdan en az senin kadar hoşlanmıyorum. Ama bu tür şeylere ateş etmek yasal değil. Ayrıca burası kamu alanı. Sen daha iyi bilmelisin.”
Boyden mahçup olarak başını öne eğdi.
“Özür dilerim efendim,” dedi.
Alford, Riley’e döndü.
“Lanet olası kumandalı uçaklar!” dedi. “Kesinlikle yirmi birinci yüzyıldan nefret ediyorum. Ajan Paige, lütfen artık cesedi indirip indiremeyeceğimizi söyler misiniz?”
“Gördüklerimden başka fotoğraf var mı elinizde?” diye sordu Riley.
“Tüm detayları gösteren bir sürü fotoğraf var,” dedi Alford. “Ofisime gelip bakabilirsiniz.”
Riley başıyla onayladı. “Burada görmem gerekeni gördüm. Olay yerini iyi kontrol etmişsiniz. Artık cesedi indirelim.”
Alford, Boyden’e, “Savcıyı çağırın. Etrafta hiçbir şey yapmadan beklemeyi kesebilir.”
“Anladım şef,” dedi Boyden cep telefonunu çıkarırken.
“Hadi,” dedi Alford, Riley ve Lucy’e. Onları polis arabasına götürdü. Arabaya binip yola çıktıklarında, bir polis barikatı geçen arabaya ana caddede el salladı.
Riley güzergahı dikkatlice not alıyordu. Katil, Alford ve Boyden’in kullandığı bu yolu kullanarak arabasını bu güzergahın içine ya da dışına bırakmış olabilirdi. Depo ile tren rayları arasındaki bölgeye başka bir yol yoktu. Bunun alışılmadık olduğunu düşünmeseler de birileri katilin arabasını görmüş olabilirdi.
Reedsport Polis Departmanı, kasabanın ana caddesindeki küçük, tuğladan yapılmış bir binadan ibaretti. Alford, Riley ve Lucy içeri girip şefin ofisinde oturdular.
Alford masaya bir yığın dosya koydu.
“İşte hepsi burada,” dedi. “Beş yıl önceki davanın tüm dosyası ve dün geceki cinayetle ilgili her şey.”
Riley ve Lucy dosyaları alıp incelemeye koyuldular. Riley’in dikkatini ilk olayın fotoğrafları çekmişti.
О проекте
О подписке